Hatırlarsınız, bir önceki yazımda Türk sinemasında ikonografik ve toplumbilimsel bir olgu olarak Hülya Koçyiğit gerçeğine değinmiştim. PINAR…
Hatırlarsınız, bir önceki yazımda Türk sinemasında ikonografik ve toplumbilimsel bir olgu olarak Hülya Koçyiğit gerçeğine değinmiştim.
PINAR ÇEKİRGE’NİN BİR ÖNCEKİ YAZISI
Bu defa Hülya Koçyiğit ile pek az bilinen tiyatro dönemini konuştuk.
– Anneniz Melek Koçyiğit elinizden tutup sizi Ferih Egemen’e, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın dram sahnesine götürüyor. Ferit Egemen’le tanıştığınız o anda ne hissettiğinizi sorsam ?
– İstanbul Şehir Tiyatroları Çocuk Bölümü kurulacak diye bir ilan okumuş annem. Ve bizi, üç kız kardeşi seçim için oraya götürdü. Orada çocuk bölümünün başında Ferih Egemen ile tanıştık. Ferih Egemen çok sempatik, sıcak, cana yakın, şirin bir insandı. O kadar güzel ve etkileyiciydi ki o tanışma, sadece onu tanımak bile tiyatroya girmek için yeterli bir heves, heyecan yarattı bende, diyebilirim.
– Küçük yaşta tiyatroya yönlendirilmeniz nasıl oldu?
– Yaşım çok küçük değildi aslında. Ortaokul birinci sınıftaydım. Atatürk Kız Lisesi’ne başlamıştım. Çok daha önceleri yedi-sekiz yaşındayken bale ile başlamıştı zaten sanat eğitimim. Ankara’ya yatılı mektebe gitmiştim. Yatılı mektepte okumak bir hayli zor gelmişti o yaşlarda. O nedenle tekrar ailemin yanına, İstanbul’a geri dönmüştüm.
Annem sanatçı ruhu olan bir kadındı. Yani sanata büyük değer veren, önemseyen ve bendeki bu yeteneği bir şekilde ortaya çıkartmak isteyen bir isteği vardı ve onun için de tiyatronun çocuk bölümüne girmemizi istedi.
– Çocuk tiyartosunda pek çok oyunda rol aldınız sanırım. Hangi oyunlardı bunlar ? Peki ilk oynadığınız piyesin adını da sorsam…
– ‘Yoklar Dağındaki Nar’ isimli bir oyundu. Orada bir Hint Prensesi’ni canlandırmıştım. Benimle birlikte diğer kardeşlerimi, yani Feryal ve Nilüfer’i de, tiyatroya almıştı Ferih Bey. En küçüğümüz dört yaşındaydı. Daha sonra yetişkin oyunlarında; yani gece piyeslerinde de oynamaya başladım.
– Beklan Algan’ın yönettiği ‘Jeanne D’arc’ oyunuyla ilk defa bir yetişkin piyesinde rol aldınız. Ve bu piyes sizi Muhsin Ertuğrul ile tanıştırıyor değil mi? Biraz bundan bahseder misiniz?
– Annemin çok büyük hayranlık duyduğu ve tanışmayı çok istediği bir insandı Muhsin Ertuğrul. Çünkü annemin dayısı, vaktiyle Muhsin Ertuğrul’la beraber tiyatro yapmış. Ama çok genç yaşta, ne yazık ki vereme yakalanıp, hayata veda etmiş. Annemin elinde bir kartpostal fotoğrafı vardı dayısının. Ve Muhsin Bey’e o fotoğrafı gösterdi konuşurken. Muhsin Bey’in gözleri doldu. ‘Çok yetenekli, çok değerli bir arkadaşımızdı. Çok erken kaybettik’ dedi. Ve işte onun yeğeni olmam nedeniyle bir şekilde tanışmış olduk. Daha sonra beni ‘Jeanne D’arc’ da izledikten sonra annemi çağırıp, ‘evet Hülya çok yetenekli bir çocuk ama iyi bir eğitim görmesi gerekiyor. Tiyatro sahneleri ona hep açık, her zaman da açık olacak. Onun için ben, Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü için imtihanlara girmesini tavsiye ederim’ demiş. Ve dolayısıyla ben tekrar, Ankara’ya gittim, bu defa tiyatro eğitimi görmek için imtihanlara girdim. Kazandım ve yatılı öğrenci olarak, eğitimime devam ettim.
– Biraz Ankara Devlet Konservatuvarı yıllarınızda bahseder misiniz?
– Şimdi şu anda hatırlayınca rüya gibi geliyor. Bu kadar mutlu olduğum, bu kadar kendimi bulduğum, o kadar sahnede olmak istediğim, alkışları almak istediğim o heyecanlı günlerimi hatırlıyorum. Daha bale eğitimi aldığımız yıllarda mesela okul olarak bir gösteri için Konya’ya gitmiştik. Konya’da ilk defa seyircinin huzurunda sahneye çıkmıştım. Çok heyecan vericiydi. Onu hatırlıyorum, şimdi. Okulun kapısından ilk girdiğim an koridora geçip hani -yatakhanelere gitmek üzere koridorlardan geçerken-birisi obua çalıyor, birisi tirad ezberliyor, birisi az ötede eskrim çalışıyor. O kadar çok heyecanlanmıştım ki. Onlardan biri olmak beni çok gururlandırmıştı. Çok keyiflenmiştim. Çok değerli hocalardan söz etmek istiyorum bu arada. Çünkü her biri Türk tiyatro tarihine damgasını vurmuş isimler. Önce tabii, Cüneyt Gökçer ile başlamam gerekiyor. Mahir Canova, Salih Ciner ilk aklıma gelenler.
– Tiyatroya bir daha dönmediniz. Bir ara Tiyatro İstanbul’da Cihan Ünal ile ” Vişne Bahçesi ” nde rol alacağınız, Lyubov Andreyevna Ranevskaya’yı yaşar kılacağınız haberleri çıkmıştı basında. Hülya Koçyiğit’i birgün tiyatro sahnesinde tekrar izleme imkanımız olacak değil mi?
– Evet. Geçtiğimiz onca yıl içerisinde tekrar tiyatro yapmam için birçok teklif geldi. Devlet Tiyatrosu’ndan bile konuk olarak davet edildim. Haldun Dormen ısrarla çalışmak istedi benimle. Hem de bir kere değil defalarca. Daha sonra Gencay Gürün kendi tiyatrosunu kurduktan sonra çok istedi. Dediğiniz doğru evet, ‘Vişne Bahçesi’ için hatta bir dönem çalıştık da… Ön çalışma da yaptık. Ama benim o dönem çok fazla film yaptığım, setlerde bulunduğum yıllar olduğu için pek de zaman ayıramadım. Bir gün tekrar tiyatro sahnesinde olur muyum, şu anda gerçekten bilemiyorum, ama tiyatro izlemeyi herhalde en çok seven insanlardan biriyim, diyebilirim.
Hülya Koçyiğit ile yıllar öncesine gittik, bütün o zamanları konuştuk.
Şimdi çok daha iyi anlıyorum, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Türkan Şoray, Fatma Girik’in neden vazgeçilmezlerimiz olduklarını.Neden bunca sevildiklerini, saygı gördüklerini.Onlar ayrı ayrı ve aynı zamanda bir bütün olarak bir dönemi, o dönemin sosyal, ekonomik, kültürel, duygusal unsurlarını simgelediler.Hem yıldız oyuncu, hem rol model, hem aileden biri olarak görüldüler.
Dört Yapraklı Yonca, Kareas, Dört Büyükler olarak anıldılar.Yaşarken efsane oldular.Taçsız kraliçe, gönüller sultanı olarak anıldılar.Dediğim gibi, çok sevildiler, saygı gördüler.Kitleleri etkilediler.
Bir sonraki yazımda, çocukken İlker İnanoğlu’nu ( nam-ı diğer Yumurcak ) nasıl kıskandığı mı anlatacağım size.
Not : Hülya Koçyiğit röportajının gerçekleşmesinde ve görsel malzeme temininde bana yardımcı olan Sema Telli, Bircan Usallı Sılan’a çok teşekkür ederim.